Gözlerimizi gerçek ile sanal arasındaki çizgilerin bulanıklaştığı bir çağa açarken, Apple’ın Vision Pro’su gibi teknolojiler yalnızca duyusal deneyimlerimizi yeniden tanımlamakla kalmıyor, aynı zamanda bizi Jean Baudrillard’ın canlı bir şekilde ifade ettiği bir kavram olan hiper gerçeklik alanına çağırıyor. Artırılmış ve sanal gerçekliklerin kusursuz entegrasyonuyla desteklenen bu yeni gerçeklik, hem büyüleyici hem de karmaşıktır ve dikkatle düşünmemizi gerektiren psikolojik temellerle doludur.
Stanford Üniversitesi’nde yakın zamanda yapılan bir çalışmada (baskı öncesi) kameraların ve sensörlerin cihazın içindeki gerçekliğimizi yeniden yarattığı geçiş teknolojisinin kullanımı araştırıldı. Bu yeniden inşa edilmiş gerçeklik, bu ilerlemelerin iki uçlu doğasını gün ışığına çıkarıyor. Gerçekliğimizin artırılmış bir uzantısını vaat ederek dünyayla etkileşimlerimizi geliştirmeyi vaat ederken, aynı zamanda görsel etkiler, çarpık mesafe muhakemesi ve sosyal bağlantının potansiyel erozyonu gibi riskleri de beraberinde getiriyorlar. Araştırmacılar bizi uyarıyor ve bu tür teknolojilerin benimsenmesinde incelikli bir yaklaşıma ihtiyaç olduğunu öne sürüyorlar.
- “Fiziksel güvenlik şüphesiz kritik öneme sahip olsa da, akademisyenler aynı zamanda sosyal yokluğa, yani MR doğrudan geçiş kullanıcılarının fiziksel olarak birlikte mevcut olan diğer kullanıcılardan sosyal olarak kopuk hissetmeleri olgusuna da odaklanmalıdır. Geçmişteki araştırmalara ve alan notlarımıza dayanarak, sosyal Geçiş yoluyla ışınlanan diğer insanların varlığı, yüz yüze etkileşime eşdeğerdir. Sosyal varlığın azalması, güvensizliğe yol açmak veya insanların “insan olmayan” hale gelmesine neden olmak gibi potansiyel olarak endişe verici sonuçlara sahiptir.’’
Huşu ve endişenin bu yan yana gelmesi, bu hipergerçek manzarada yol alırken sürmekte olan felsefi ve toplumsal değişimin altını çiziyor. Dijital yapıların, fiziksel dünyaya dair duyusal deneyimlerimizin tamamen yerini alabileceği “ikame gerçeklik”in cazibesi yadsınamaz. Ancak bu yeni hipergerçeklik çağı, gerçekliğin özü ve onunla olan temel ilişkimiz hakkında varoluşsal soruları gündeme getiriyor.
Baudrillard’ın öne sürdüğü gibi, işaret ve sembollerin gerçek dünyadaki referanslarından koptuğu ve bir hiper gerçeklik durumu yarattığı bir simülasyon aşamasına geçiyoruz. Bu bağlamda, Vision Pro gibi teknolojiler yalnızca iyileştirme araçları değil, aynı zamanda sanal olanın gerçekte ayırt edilemez hale gelebileceği yeni bir gerçekliğin heykeltıraşlarıdır.
Bu değişimin etik sonuçları kritiktir. Dünyamızda gezinmek için dijital simülasyonlara giderek daha fazla güvendikçe, gerçek ile simüle edilen arasındaki sınırlar bulanıklaşmaya devam ediyor, algılarımıza ve hakikat anlayışımıza meydan okuyor. Gerçekliğimizi tanımlamak için dijital yapılara olan bu güven, gerçeği simüle edilenden ayırma kapasitemiz ve bunun kimlik duygumuz, topluluk ve doğal dünyayla bağlantımız üzerindeki etkisi hakkında kritik soruları gündeme getiriyor.
Dahası, Vision Pro gibi teknolojilerin mekansal ses gibi özelliklere sahip sürükleyici yetenekleri, bu simüle edilmiş gerçeklikler içindeki varlık duygumuzu derinleştiriyor. Bu gelişmiş sürükleyicilik, dijital dünyanın “içinde” olma hissini güçlendirir ve gerçek dünyayı neyin oluşturduğuna dair algılarımızı daha da zorlar. Duyusal etkileşim o kadar eksiksizdir ki, dijital alan, içine doğduğumuz fiziksel dünya kadar anında ve mevcut gibi hissettirir ve aynı anda fiziksel olana demir attığımız ve dijitalde sürüklendiğimiz bir mevcudiyet paradoksu yaratır.
Bu teknolojik gözlüklerin arkasından bakarken, bunların psikolojik etkilerine karşı da tetikte olmamız çok önemli. Görsel etkiler, mesafe muhakeme yeteneğinin bozulması ve sosyal kopukluk potansiyeli, teknolojinin hayatımızdaki rolü konusunda dengeli bir söylemi gerektirmektedir. Bu hipergerçek ama aynı zamanda sarhoş edici manzarada, görevimiz sadece algımızı geliştiren teknolojik harikalara hayret etmek değil, aynı zamanda bunların barındırabileceği ince ama güçlü psikolojik etkilere de dikkat etmektir.